Duygu; olumlu ve olumsuz spektrumda yer alabilen, farklı yoğunluklarda yaşanan ve fizyolojik etkilere sahip çok yönlü bir deneyimdir. İnsanın günlük yaşamında merkezi bir rol oynayan duyguların şekillenmesinde bağlamsal ve kültürel faktörler etkili olabilmektedir. Örneğin günümüzde “iyi hissetmek” ve her daim mutluluğun peşinde olmak gibi amaçlar, insanların gündemini şekillendirir hale gelmiştir. Mutluluğu bulmanın temel amaç; iyi hissetmenin ise takıntı haline gelmesi, olumsuz duygulara yönelik önyargıları beraberinde getirmektedir. Her an “mutlu olma” çabası, yaşadığımız şartlar bağlamında gerçeklikten uzak, fazlasıyla iyimser bir yaklaşımdır. Kendi hayatımızdan örneklere bakarsak değer verdiğimiz pek çok şeyin, hem hoş hem de haz etmediğimiz duyguları beraberinde getirdiğini görebiliriz. Örneğin uzun süreli yakın bir ilişkide aşk ve neşe olduğu kadar hayal kırıklığı ve hüsran da yaşanabilir.
Duygularla olan ilişkimizde, duygu ve düşüncelerimizi kontrol edebileceğimiz yanılsamasına kapılmak mümkündür. Bu kontrol algısını şekillendiren önemli bir faktör ise popüler kültürde, bazı duygulara tahammülsüzlüğün abartılması ve bu duygulardan kurtulmanın bazı tekniklerle mümkün olduğunun anlatılmasıdır. Kısa vadede çözüm olarak sunulan yollar iyi hissettirse de uzun vadede kaygı, öfke, üzüntü gibi duyguların yeniden ortaya çıktığı gözlenecektir.
‘Olumsuz’ duygulardan kurtulma çabamızın kökenleri oldukça eskilere dayanmaktadır. Çocukluğumuzda duyduğumuz “Yüzünü asıp durma artık.” “Ağlanacak bir şey yok, iyi tarafından bak.” “Endişelenme, korkacak bir şey yok.” gibi mesajlarla yetişkinler, duygularımızı kontrol edebileceğimizi ima ederler. Bu yanılsamayı sürdüren faktörlerden biri de insanların maskelerin ardına gizlenerek ‘olumsuz’ duygularını bastırmasıdır. “Zayıf ya da negatif algılanırım, insanlar beni sevmez.” “Olduğum gibi görünürsem yalnız kalırım, mutlu görünmem gerek.” gibi düşünceler sosyal uyum baskısının ve gruba ait olma gibi gereksinimlerin tezahürleri olarak karşımıza çıkar. İşlevsel olabildiği kadar aynı zamanda kendimize yabancılaşmayla sonuçlanabilir.
Özetle; olumsuz duygulardan kurtulma çabamız sadece bize özgü değil çünkü kontrol yanılsaması, içinde yetiştiğimiz dünyanın bir parçası. Buna ek olarak duygulara atfettiğimiz bazı anlamlar da duygularla olan ilişkimizi etkileyebiliyor. Örneğin; “Kaygılanmak çok kötü, kurtulmam gerek.” “Ağlamak, zayıflık.” “Öfkelenmek, kendimi kaybetmek demek.” gibi düşüncelerimiz, bu duygulara karşı tahammülümüzü düşürür ve tetikte oldukça daha fazla rahatsızlık deneyimleriz. Duygularla olan ilişkilerimizde kullandığımız bu yaklaşım aslında zihinlerimizin çalışma şeklinin bir sonucu. Herhangi bir sorunla karşı karşıya kaldığımızda zihnimizin yapmaya çalıştığı şey, o problemi çözmeye çalışmak oluyor. Fakat “düzelt – onar- kurtul” mantığı içsel dünyamızda pek işe yaramıyor. Düşünmemeye çalıştıkça düşünmemiz, hissetmemeye çalıştıkça hissetmemiz; beynimizin işleyişinin doğası. Bu yüzden ‘olumsuz’ duygularla mücadele ederken harcadığımız enerji bizi o kadar tüketiyor ki hayatımızı istediğimiz doğrultuda ilerletmeye enerjimiz kalmıyor. Peki bu “olumsuz” duygular neden var, onlara ihtiyacımız mı var yoksa sadece rahatsız edici bir işleve mi sahipler? İnsanların yaşamak için kritik değere sahip durumlar karşısında bazı ortak duygusal tepkileri vermesi, hayatta kalabilme ihtimalini arttırdığından bu duygular bugüne kadar gelebilmiştir. Duyguların en temel işlevlerinden biri harekete geçmemizi sağlamaktır. Tehdit altında olduğumuzda korku, bizi savaş ya da kaç tepkilerine hazırlayarak hayatta kalmamıza yardım eder. Ayrıca duygular, hayatımızın gidişatı hakkında bize uyarı verir. Örneğin ilişkimizde kronik şekilde hissettiğimiz mutsuzluk duygusu, bu ilişkiyi sonlandırma açısından bir uyarı niteliğinde olabilir. Ya da hissettiğimiz sosyal kaygı; sosyal ortamlarda nasıl göründüğümüze, sevilme, beğenilme, kabul görme ihtiyacımıza işaret ediyor olabilir. Ayrıca duygular birincil iletişim sistemleridir. İnsanlarla olan ilişkilerimizi şekillendirir ve kendimizi ifade etmemize yardımcı olur.
Duyguların bizi koruma amacıyla var olduklarını ve hayatımızın gidişatına dair bizi uyardıklarını düşünmek, duygularla olan ilişkimizde bir dönüşüme yol açabilir. İşlevselliğimizi bozmadığı sürece bu duygularla kalabilmek ve onların anlamını keşfetmek; kendimizi daha fazla tanımamızı ve ilişkilerimizi güçlendirmemizi sağlayabilir. Ayrıca ‘olumsuz’ duygulara, anılara, dürtülere zihinde bir alan açarak onlarla mücadele etmeden orada olmalarına izin vermek, bizim için büyük bir enerji tasarrufu sağlar. Buradan, acı veren yaşantıları sevmek ya da onları istemek anlamı çıkarılmamalıdır. O duyguları, evimize gelen bir misafirmiş gibi kabul etmek ve gelip gitmelerine izin vermek gibi düşünülebilir.
Sonuç olarak, duygulardan kurtulma çabası onların şiddetini arttırır; bunun farkında olmadığımız için o duygunun içinde daha fazla sürükleniriz ve kontrolü kaybederiz. Fakat duyguların gelip geçici olduğunun farkına varabilirsek ve onlara bir alan açıp o duyguları “yaşamak için” kendimize izin verirsek, istediğimiz hayatları yaşama ve seçebilme konusunda kendimize büyük bir özgürlük alanı yaratmış oluruz.
KAYNAKLAR
Kul, A., Türk, F. (2020). Kabul ve Adanmışlık Terapisi (ACT) Üzerine Bir Derleme Çalışması. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi.
Harris, R. (2016). Mutluluk Tuzağı., çev. Şaher, Ç. Litera Yayıncılık.
Safran, D.J; Greenberg, S.L.(1991) Emotion in human functioning: Theory and therapeutic implications, Derl; Safran, D.J; Greenberg, S.L. Emotion, Psychotherapy, and Change New York-The Guilford Press, s.3-13.
コメント